Sayılı Gün Çayı
Hiç beklemediğimiz bir anda hiç ummadığımız hayat kareleri yaşadık. Her birimizin birbirine benzeyen fakat birbirinden çok ayrı tecrübeleri oldu. Yaralar kanamaya devam etse de yavaş yavaş iyileşmeye yüz tuttuğunu da kabul edebiliriz. Geçmedik gün, iyileşmedik yara olmaz.
İzi kalır; o başka. Elemi gitmiş lezzeti kalmış olur, o da güzel.
Nesiller boyu anlatılacak hatıralar arasında yerini almış olan bir hatıra da şöyle;
Bundan yedi yıl evvel, on dört Aralık günü akşam vakti eşimle birlikte gözaltına alındık. Ters kelepçe ve diğer maruz kaldığımız kısımları başka bir zaman anlatayım. Sadece beş günlük gözaltı süresinde en çok aklımda ve içimde kalan, dillendiremediğim duygularım biraz daha elemi gidip lezzeti kalanlardan. Yoğun beyaz ışıktan dolayı birbirine karışan gecemizin gündüzümüzün ağırlığı uzun zaman gitmedi üzerimizden. Allahtan yakınlarda cami vardı da ezan sesinden saatleri biliyorduk.
Beş metrekarelik yerde on üç kişi sorgu sıramızı bekledik. Bu arada birbirimizi tanımak istiyorduk fakat öncesinden çekinceli olduğumuz için konuşamıyorduk da. Sadece bol bol dua ediyorduk içimizden. Birbirimizi tanımadığımız için konuşamıyorduk. Dördüncü günü sırayla sorguya almaya başladılar. Her giden iki üç saat gelmiyordu. Geldikten sonra aradaki boşluklarda ne sorduklarını anlatarak sıradaki kişinin sıkıntısını gidermiş oluyordu. Son kişi en şanslı kişiydi bize göre. Asıl güzel olan ise sorgu bahanesi ile birbirimizle kaynaşmış olmamızdı. Artık şen kahkahalar atmaya başlamıştık elimizde olmadan. Ya psikolojimiz bozulmuştu ya da alışmıştık artık…
Yanımızda tesbih gibi en zararsız malzememiz bile olmadığı için her gidenin arkasından okuyacağımız tefriciyeleri, salavatları, duaları şallarımızın püskülleri ile sayıyorduk. Bazı sayılar nice kapıların anahtar şifresidir ya, o şartlarda bile bu kadarcık nizama da uyuyorduk hani. Başka zaman olsa “sayının önemi yok, sen oku eksiklerini Allah tamamlar” derdik. Şimdi hiçbir ayrıntıyı atlamıyorduk.
En sona beni aldılar. Az çok sorulara aşinaydım diye rahattım. Rahat olmam gözlerinden kaçmamış olmalı ki sorgu odasına ilk girdiğimde dalga geçerek bir “hoş geldin” dediler. “Hoş bulamadım ama neyse” dedim. “Ne bekliyordun ki?” “Yahu ne bileyim, böyle davet mi olur? Bir çay bile ikram etmediniz!” dedim. Birbirlerine bakındılar. Kendi aralarında konuşmaya başladılar.
“Hakikaten ya, bir çay bile yok bugün.”
“Abi hafta sonu ya, kantin kapalı. Şimdiye kadar hafta sonu bu kadar yoğun çalışmamıştık.”
“Bir süre böyle devam edeceğe benziyor. En iyisi eve gidebilirsem evdeki ketılı getireyim de çaysız kalmayalım bari.”
Bu arada beni unuttular sandım. “İyi madem. Ben şimdi gideyim. Ketılı getirip çay demlediğiniz zaman haber verin o zaman geleyim” dedim.
Kendilerine geldiler. Hatırladılar orada olduğumu. Gerçi unutmuş olduklarını sanmıyorum da…
Dört kişi dört köşede öyle saçma sorular sordular ki, artık herkesin aşina olduğu saçma sapan bir sürü soru işte. Gerçekten çok yorulmuştum. En son olduğumdan mı nedir en uzun ben kaldım sorguda. Geri geldiğimde nezaretteki dört günlük arkadaşlarım endişelenmişti. Kapıdan göründüğümde öyle bir oh çektiler ki... En azından hasarsızdım.
Görünen hasarım yoktu tabi. Görünmeyen hasarım zamanla açığa çıkacaktı.
Geçtim. Oturdum. Arkadaşlar etrafıma toplandılar. Merakla konuşmamı bekliyorlardı.
“Size sordukları her soruyu tekrar tekrar sordular, üstüne iki defa kontrol ettiler. Bazen kendi aralarında dedikodumu bile yaptılar. Yüzüme karşı söyleyemediklerini birbirlerine bakarak söylediler.
Çok kızdım onlara çok… Onca zamanımı aldılar, bir bardak çay vermediler.
Adağım olsun buradan ölmeden çıkarsam her gün için bin bardak çay hayrat edeceğim.” dedim.
Gülüştük. Âmin dedik.
Altıncı gün mahkemeye çıkarıldık ve tutuklandık.
Kelepçeler, darp raporları, üst aramalar, birçok özel eşyamıza el koymalar derken arkamdan o kocaman kilitli kapı kapandı. O vakte kadar hala farkında değildim. Geldiğimiz yere, yani nezarethaneye gideceğimi sanıyordum. Başka bir yere gitmiştim.
Gecenin bir vakti, arkamdan kapı kapanınca ve karşımda bir grup genç insan geçmiş olsun demeye bile çekinince anladım ki tutuklandım. O ana kadar hapishane mi görmüştüm sanki?
Önüm karanlık, kafam karışık, ne yapacağımı bilmez bir durumdaydım. En son üst araması yapanlara eşimi sormuştum. “O da yan tarafta, güvende merak etme” demişlerdi birbirlerine bakarak.
Koğuştaki genç arkadaşlar önce biraz mesafeli durdular. Sonra aptal görüntüme acımış olmalılar ki birer ikişer gelip halimi sordular. Kuralları anlattılar. Banyo sırasını, kantin gününü, mektup gününü, kapalı ve açık görüş gününü, telefon hakkını anlattılar. Anlamadan dinliyordum her birisini.
İçlerinden birisi “istersen bu gece benim yatağımda yatabilirsin. Senin battaniyen gelince kendi yerine geçersin dedi. O an sadece uyumak istediğimi anımsadım. Karmakarışık bir ruh haliyle başımla onayladım. Arkadaş yatağına götürdü beni. Öylece tortop bir şekilde uyuyakalmışım.
Gece bir ara uyandım. Etrafımı tanıyamadım. Bakındım. Herhalde rüyadayım diye düşündüm. Gözlerimi kapattım. Uyumaya devam etmek isterken bir yandan da “eğer rüyadaysam” diye uyanmaya çalışıyordum.
“Sayııııımmm!” komutu ile uyandığımda her şeyi anımsadım. Sessizce sayıma geçtim. Bir gardiyan yanıma gelip “bugün kantin günü değil ama özel ihtiyaçların için bir kantin formu doldur ver, bu defalık. Sonra haftalık verirsin. Arkadaşların sana yardım ederler “dedi. Ordakilerden birisine zimmetledi.
O arkadaş bana kantin formu doldurmayı öğretecekti.
Diş fırçası, sabun, lif, tarak, tırnak makası gibi kişisel bakım ihtiyaçlarını yazdık verdik. İlk kantin fişim böylelikle oluşmuş oldu.
Sıradaki kantin gününde bir ortak form dolduruyorduk bir özel. Kantin listesini inceledim. Çeşit çeşit çay isimleri vardı. Onları görünce adağım aklıma geldi. Hemen ortak formu dolduran arkadaşa “bundan sonra çayı hep bana yazın, akşam detayını anlatırım ” dedim.
Öğleden sonra kantin poşetleri arasında ilk dikkatimi çeken çay paketi oldu. Adı ümitlenmeme vesile oldu. Bilincim açıldı. Nasıl dua edeceğimi planlamaya başladım. Ve ümitlendim: Nezarette kaldığım her güne bin bardak çay vadetmiştim. Beş gün kalmıştım. Bu durumda beş bin bardak çay tamam oluncaya kadar buradaydım kendimce.
Çayın adı manidardı çünkü: “SAYILI GÜN”
Otuz dört kişiydik koğuşta. Artık isterse on beş bin bardak çay olsaydı sorun etmezdim. Beş bini buldu mu, geçti mi bilmiyorum ama “artık çay alma sen” dediklerinde tahliye olmuştum.
Bir çay sevdasıdır gider ya, bizimki de böyle bir sevda işte. Çay sohbetlerimizi de tüm arkadaşlarım özgür olunca anlatırım.
Sayılı gün dedim ya, bugün geriye dönüp baktığımda tam yedi yıl olmuş. Dile kolay gönle zor koca yedi yıl! Henüz hiçbir şey bitmiş değil ama bu defa da bu yedi beni ümitlendirdi. Kâinatın yedi günde yaratılmasını saymazsak, yedi yıllık zaman döngüleri çok şey anlatır aslında.
Bir sonraki yazımda yedi üzerinde durayım en iyisi.
Sağlıkla, afiyetle kalınız.
Verda Günel, MSc
Comentarios