DÜNYA VATANDAŞLIĞI
11. KONU
NEREYE AİTSİNİZ?
“Ben insanlık ailemizin bir üyesiyim, aynı senin gibi.”
- Evelin Lindner
Yıllar önce, okulda aldığım Din ve Feminizm dersinin bir parçası olarak dindar feminist kadınların organize ettiği ve katıldığı bir konferansa gitmiştim. Salonda sanırım 300’den fazla kadın vardı. Konuşmacıların motivasyonu, salondaki katılımcıların sordukları sorular ile salonda çok güçlü bir atmosfer olduğu gözlerden kaçmıyordu. “Kadın hakları insan haklarıdır” ilkesinden hareket ederek eşitlik arayan yüzlerce kadın bir araya geliyor, birbirleriyle fikir alışverişi yapıyor ve bir yıl boyunca yaptıkları çalışmalardan bahsedip birbirlerine geri bildirim veriyorlardı. Oradaki atmosferden o kadar etkilenmiştim ki, yıllardır başka insan topluluklarının (meselâ Hizmet Hareketi gibi) parçası olmama rağmen kendimi ilk defa bir yere bu kadar ait hissetmiştim. Benim ana dilimi konuşmayan, benim inancımı paylaşmayan bu insanlar ile ne kadar yakın olduğumu ve olabileceğimi fark ettim. “Aynı dili konuşanlar değil, aynı hali paylaşanlar anlaşır” sözü kulaklarımda yankılanıvermişti birden. Oradan ayrılırken içim sevinç doluydu, mutluydum. Kendim gibi insanlar bulmuştum. Artık kalabalıklar içinde yalnız değildim. Hayatta aynı şeyi istiyor ve aynı ideal için mücadele veriyorduk: EŞİTLİK.
Çocukken, kaderin bir gün beni doğduğum topraklardan alıp da okyanuslar ötesine getireceğini hiç düşünmemiştim. Gurbete (!) gelmiştik. Öyle söylüyorlardı. Peki ben bu gurbete bir sevki ilahi ile geldiysem, ömrümü gurbette gibi mi yaşamak zorundaydım? Bence hayır. Bu kelime ve bu kelimeye yüklenen manalar belki de bir insanın yaşadığı, ekmeğini kazandığı, arkadaşlık kurduğu, çocuklarını yetiştirdiği bir topluma kaynaşamamasının -tek değil- fakat en önemli sebeplerinden bir tanesi. Bundan dolayı da yaşadığım toplumla arama duvar ördüğü için lügatımdan çıkardığım ilk kelimelerden biri olmuştu gurbet. Nihayetinde, beynimde kelimelerden oluşturulan o duvarları yıkmış ve keşfe başlamıştım.
Yazının girişinde bahsettiğim tecrübeden sonra parçası olduğum diğer topluluklara ve de Hizmet Hareketi’ne neden aynı şevk ve coşkuyla yakınlık hissedemediğimi ve sıkı bir aidiyet oluşturamadığımı sorgulamaya başladım. HH içinde nezih arkadaşlıklar kurdum ve bu arkadaşlıklarım ve dostluklarım hâlâ devam eder ve hayatta olduğum müddetçe de devam edecek Allah’ın izni ile. Hizmet felsefesini de benimsedim. Ama Hizmet Hareketi’ni bir türlü benimseyemedim. Nedenini sorgularken bunun en büyük sebebinin HH kültürünün, inandığım değerler ile sürekli bir çelişki içinde olmasından kaynaklandığını gördüm.
Ben eşitlikten dem vururken ve eşitlik ararken, kadınların arka planda tutulmasını içime sindiremedim. Kabullenemedim, bunu kafamda normalleştiremedim, çünkü normal değildi.
İnanç sistemimize ve Hizmet felsefesine aykırı olmasına rağmen insanlara verilen değerin insan olmasından dolayı değil de statülerine, soyadlarına, Sn. Gülen’e yakınlığa, maddiyata vb şeylere göre belirlenmesini kabullenemedim. Ve dahası, insanların bunu normalmiş gibi görmesini ve normalmiş gibi gösterme çabasını kabullenemedim. Bunu neden “sorgulamadıklarını” sorguladım.
Sığmadım HH’in kültürüne hiçbir zaman, sığamadım, yıllarca sığmak için çaba sarf etsem de. Fiziksel olarak HH’nin bir parçası olsam da aklım hiçbir zaman bu birliktelikten tatmin olmadı. Artık içimdeki “sen buraya ait değilsin” sesini daha fazla bastıramadım ve neden böyle hissettiğimi sorgulamaya başladım. Sonuç olarak HH’nin kültürünün beni tatmin etmediğini ve kendi keşif yolculuğumda önüme sürekli engeller çıkardığını gördüm. Sınırlar çiziliyordu etrafıma. Kendi sesimi bulamıyor, kendim olamıyor ve kendimi ifade edemiyordum.
Sesinizi duyurabilmeniz için, fikirlerinizin değer bulması için şunun veya bunun adamı olmanız gerekiyordu. Yeri geldiğinde el etek öpüp, eğilip bükülmeniz gerekiyordu. Falanca, “bunun sözü dinlenir, şunun yazdığı okunur” derse sözünüz itibar görüyor veya yazdığınız okunuyordu. Veya “falancanın yazdıkları sakıncalı” dendiği anda da bir kalemde siliniveriyor ve damgalanıveriyordunuz. İnsanlığınız, değer(ler)iniz, itibarınız bazı insanların iki dudağı arasındaydı. Prangalıydınız aslında bir manada. Ayağınızda görünmeyen bir pranga ile dolaşıyordunuz ve yaşıyordunuz hayatı. Ve zamanla bunun, sizin olmanız murad edilen insan olmada önünüzde çok büyük bir engel teşkil ettiği acı gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalıyor ve bir karar vermek zorunda kalıyordunuz: “Ben buraya ait miyim?”
HH birçok insanın parçası olduğu en önemli ve belki de tek topluluk. Belki de bu yüzdendir HH içinde yanlışları gördükleri halde sesini çıkaramayışı bazı insanların. Kitap yazsa satacağı toplum o, makale yazsa okuyacak toplum yine o. Bir şey satacak olsa, müşterisi o. Belki de tek arkadaş çevresi o. Benim böyle bir kaygım veya derdim yok. Belki de bundan dolayı bu kadar rahat sıkıntıları yazıp konuşabiliyorum ve kimseden çekinmiyorum.
Yıllarca bir yarım HH toplumunda olmuşsa da bir diğer yarım yaşadığım ülkenin bir parçası oldu. İki dünyayı bir arada yaşadım. Kıyaslamalar yaptım. Okumalar yaptım. Araştırdım. Karşılaştırdım. Gözlemledim. Dünya insanının çeşitliliğini tecrübe etmek için özellikle üniversitenin son iki yılında kendi kendime aldığım bir karar ile okulda sadece kendi etnik kökenimden ve dinimden farklı olan insanlarla vakit geçirdim. Farklı ülkelerden, etnik kökenlerden, inançlardan, ideolojilerden insanlarla tanıştım ve dünyayı onların gözünden görmeye ve onların dünyasını anlamaya çalıştım. Bu hayat tecrübesi iki yılın sonunda yeni bir aidiyet kazandırdı bana: Ben bir insanım ve büyük bir insanlık ailesinin üyesiyim. Geriye kalan tüm tanımlamaların beni sınırladığını ve artık o kalıplara dar geldiğimi fark ettim. O gün bugündür kendimi bir dünya vatandaşı olarak tanımlarım. Evelin Lindner’in de dediği gibi, “Ben insanlık ailemizin bir üyesiyim”, bu yüzden de geriye kalan her şey ikinci sırada gelir benim için.
Arkadaş, iş ve akademik çevrem çok renkli. Böyle ortamlardaki fikir çeşitliliğine ve zenginligine o kadar alıştım ki homojen ortamlarda ve toplumlarda artık tatmin olmuyorum. Renklilik ve çeşitlilik istiyor zihnim. Fikirlerin çarpışıp karşılaştığı ve bunların sonucu olarak ortaya daha güzellerinin çıktığı ortamları arıyorum ve istiyorum.
***
Son zamanlarda Clubhouse diye bir program çıkmış ve insanların bu programla ilgili yorumlarına bakıyorum. Belki Clubhouse gibi mekânlar homojen bir toplumun parçası olan insanlara kendilerinden farklı olan insanlarla kaynaşmak ve farklı bakış açıları yakalamak için bir imkân oluşturabilir. Kendinize ve parçası olduğunuz toplumlara dışarıdan bakabilmek için bir imkân sunabilir eğer doğru kullanılırsa. Ya da lokal, şehir veya uluslararası organizasyonlar, kurumlar, yardım dernekleri, vb. platformlara katılarak da bu zenginliği tecrübe edebilirsiniz. Eğer bu gibi ortamlara alışık değilseniz konfor alanınızı zamanla yavaş yavaş genişletmeniz daha faydalı olabilir.
***
Sormaktan, sorgulamaktan çekinmemeli. Bu hayatı bir defa yaşama hakkımız var. Nereye ait olduğunu ve yaratılış gayesini keşfetmeli insan.
Yazıyı sonlandırmadan sormak istiyorum:
“Peki ya siz, siz nereye aitsiniz?”
Fatma Susan Tufan