top of page

İÇSELLEŞTİRİLMİŞ EZİKLİK

VE İÇSELLEŞTİRİLMİŞ AYRICALIK

3 ŞUBAT 2020

                                                                       

 

 

THE GİVER

      Dilin baskılanması ve çarpıtılması, kelimelerin gaspedilip silah gibi kullanılmaları, niyeti maskelemek için ve geleneksel olarak sahip oldukları anlamın tam tersi anlamda kullanılmaları yeni inanç sisteminin (dispensation) krallarının en parlak stratejik (hatta psikolojik) zaferlerinden biri olmuştur. Bu onlara, kendilerini  eleştirenleri marjinalize etme (ötekileştirme) ve eleştirileri dile getirebilecekleri bir dilden yoksun bırakma imkânını vermiş.

   __Arundhati Roy__

Distopya filmleri, gerçek hayatın zamanla kötü yönde evrilip mahvedilişini anlatması ve bununla birlikte içinde binbir gizemin, problemin ve cevabı merak edilen yüzlerce sorunun olduğu dünyalar oluşturması bakımından da ilginçtir. The Giver (Seçilmiş Kişi) tam da bu tarzda bir film. Sence; temel insanî değerleri (özgürlük, düşünce, duygu vb.), sürekli kısıtlamalar ve engellemelerle dolu bir sınırlar zinciri içinde yaşayan bir insan kendi olarak kalabilir mi, kendisi olabilir mi ya da bu sınırlar içinde kendisini bulabilir mi?

 

The Giver’a dair en çok dikkatimi çeken kavram, "dil sınırlaması" oldu. İnsan, dil konusunun önemini; ‘ben, öncelikle bir insanım’ diye düşünmeye başladığında ve kendini, hissettiklerini, yaşadıklarını ifade etmesine imkân sağlayacak en büyük ve önemli faktörün dil olduğunu, yaşadığı acılara tanım bulamadığında ya da acılarını ifade edemediğinde anlıyor. Dilin baskılanması, kelimelerin yerlerinin ve anlamlarının değişmesi durumunun sebep olduğu kişilik, karakter ve duygu tutsaklığını, sen de çevrenden dolayı illa ki görmüş ve yaşamışsındır. Zira kendini ifade edememe, tanıyamama ve bunun sonucunda kendinden soğuma ve kendini her şeye karşı yetersiz görme durumu insanı çok farklı raddelere getirebiliyor. Meselâ filmde dur durak bilmeyen bir ‘özür dileme’ durumu var. Herkes söylediği her şey için özür diliyor ve bu özürler her defasında kabul ediliyor. Baş karakter Jonas’ın bu konudaki bir cümlesi çok acı: "Yaptıklarımdan dolayı özür dilemem gerektiği öğretildi." İnsan bunun tevazudan mı, silinmiş hafızalardan mı yoksa otomatikleşmişlikten mi kaynaklı olduğunu bir türlü çözemiyor. Bulunduğun çevrede sen de hep bir mahcubiyet hâli yaşıyorsun değil mi? Yaptığın şeyler için sürekli tevazu gösteriyor ya da bir süre sonra kibrine sebep olur edasıyla yaptıklarına saygı göstermeyen insanların hâllerini içselleştiriyorsun değil mi? Akabinde de bu hisler, senin kendine olan saygını ve güvenini alıp götürüyor zaten. Bir birey için bundan daha tehlikeli bir bileşen düşünemiyorum ne yazık ki! Hem kendine güvenmeyen hem de saygısı kalmayan bireyler! Bu, bir manâda koca bir hissizliğe de yol açıyor. Duyguların ve hislerin körelmesi hatta yok olması durumu demek istediğim. Jonas "bildiklerimizi, gördüklerimizi söylemezsek, uyuyanlar bunları bilemeyecek, anlayamayacak" diyerek çevresindeki olup bitenlere bir çare aramaya başlıyor. Unutulan kelimeleri, sevgiyi, aşkı, mutlulukları ama özellikle de acıyı tanımlayacak kelimeleri vermek istiyor çevresine. Hissetmelerini sağlamak istiyor. Benliklerini ve hafızalarını yeniden kullanmalarını istiyor. Çünkü Jonas’ın insanî vasıfları, hissetmeye başladıkça bir bir geri geliyor. Ve ona göre "bir insan hissedemezse yaşamasının da bir anlamı kalmıyor." Jonas’ın bu durumlar için ifade ettiği öyle çarpıcı tespitler ve cümleler var ki, hepsinin üzerinde uzun uzun düşünülmesi elzem neredeyse.

 

Jonas ayrıca, ‘farklı olmanın’ bulunulan toplumlarda ne derece korkunç karşılandığına da kafa yoruyor. Bununla ilgili hayli ilginç tespitleri var. 

"Farklılığın yasak olduğu bir dünyada yaşıyorduk."

"Farklı göründüğümü kimseye söylememiştim. Çünkü farklı görünmek istemiyordum.’’ Oysa herkes kendi içinde ayrı bir cevher ve zenginlik iken farklı görünmekten korkmak ne kadar da karakter dışı diye düşündün değil mi?

"Eğer farklı olsaydık kıskanabilir, sinirlenebilir, nefret tarafından tüketilebilirdik. Aynılığa ihtiyacımız var."

"Renk, ırk, din. Aynılığı yaratmışlardı."

 

Geçenlerde okuduğum bir kitapta tam da bu düşüncelerle ilişkili bir paragraf karşıladı beni. "Eleştirel bilincin uyanması, sosyal hoşnutsuzlukların ifade edilmesinin yolunu hazırlar. Çünkü bu hoşnutsuzluklar baskıcı bir toplumun ana bileşenlerdir."* Baskı… Düşüncelerini ifade etmek bir kenara, düşünmeye bile çekinen bir güruh ortaya çıkaran baskıcı yönetimlere karşı sorgulama içinde olmanın her daim ne kadar önemli ve elzem olduğuna nokta atışı yapıyor yukarıdaki alıntı cümle. Zaten Jonas’ın demek istediği tam da bu oluyor. Sorgulamazsan öğrenemezsin ve sadece sana denilene inanarak bunları sürekli içselleştirirsin. Ve bu da seni sen olmaktan fersah fersah uzaklaştırır. Zaten The Giver pozisyonundaki amcamızın şu veciz ifadesi de filmin sloganı hükmünde bence: "Sırf saygı duyduğun birinin ağzından çıkıyor diye gerçeği hemen kabullenme."

 

Bir şeyleri değiştirmeye önce kendinden başlamak, sonrasında da bu değişim mucizesini ve hazzını tüm çevresine tattırmak isteyen herkesin arşivine koymak ve hafızalarına kazımak isteyeceği bir yapım The Giver.

 

İyi seyirler!

P.s.: İçselleştirilmiş Eziklik konusuyla ilgili bonus filmler;

The Island, V for Vandetta, The Hunger Games (seri film), Divergent (seri film), The Matrix, In Time, Minority Report.


 

*Freire, Paulo. (2019). Ezilenlerin Pedagojisi. Topkapi, Istanbul. Ayrıntı Yayınları.

 

Elifnur Takavcu

ent.enttak@gmail.com

giver.jpg
bottom of page